Ihre Browserversion ist veraltet. Wir empfehlen, Ihren Browser auf die neueste Version zu aktualisieren.

    YouTube

    Facebook

    Instagram

Fields marked with * are required.

BABA DAYIBABA DAYI


 Hüzünlü bir Gece

Tarih : 3 Şubat 1999, Çarşamba
Yer : Van gümrük lojmanı
Öğleden sonra fakstan ilginç bir yazı aldım. Yazı Ankara’dan bakanlıktan geliyordu. Yazı benim idaremle ilgili değildi. Kapı köy Gümrük Müdürlüğü’nde geçici görev yapan Müdür Yardımcısı Orhan Yurt la ilgiliydi. Orhan’ın geçici görevi iptal ediliyordu. Orhan 6 aylık geçici görevle gönderilmiş bu süre bittikten sonra geçici görevi bir altı ay daha uzatılmıştı. Bu Orhan’a verilmiş bir sürgün cezası gibi bir şeydi.
Bu arada hükümet değişmiş Orhan’ın çok yakinen tanıdığı birisi hükümette bakan olarak yer almıştı. Onunla görüşmüş ve daha önce geçici görevin iptali ile ilgili söz almıştı. Bugünlerde bir yazı bekliyordu. Orhan’ın beklediği yazı nihayet gelmişti.
Orhan’ı takdir etmiştim. Kendisine yapılmış olan haksızlığın altında kalmamak için uğraşmış didinmiş adamını bulmuş ve amacına ulaşmıştı. O kibrinden önünden geçilmeyen Müsteşara rağmen istediğini almıştı. Orhan’ı kıskanmıştım. Karşılaştığım onca haksızlıklara karşı bir şeyler yapamamış olmanın burukluğunu ve ezikliğini hissettim.
Dışarıda müthiş kar yağıyordu. Bu durumda Kapı köy de görev yapanların gelemeyeceğini düşündüm. Dolaysıyla Orhan’a da bu sevinçli haberi veremezdim. Telefon irtibatı da kuramamıştım.
Akşama doğru Kapı köy yolcuları geldiler. Yolda çok zorlanmışlar. Orhan’a müjdeyi verdim. Çok sevindi. Adeta gözlerinin içi gülüyordu. Nihayet sürgün cezasından kurtulacaktı. Burada bir gün fazla kalmak hepimiz için bir işkence idi. Darısı bizlere diyorduk.
Bir ara Mehmet Akif dışarı gitti. Dönüşünde bir büyük şişe rakı ile döndü. Orhan’ın sevinçli haberini ve ayrılışını kutlayacaktık. Hemen alelacele bir şeyler hazırlayıp masaya kurulduk. Böyle özel günlerde diğer lojmanda kalanlarda gelir bizim salon mahalle kahvesine dönerdi. Yine öyle oldu.
Geceye neşeli başlamıştık. İlerleyen saatlerde belki biraz da alkolün etkisiyle o neşeli hava yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Hepimizi bir hüzün kaplamıştı. Kim bilir neler düşünülüyordu? Belki bu yaştan sonra benim buralarda ne işim var diyenler vardı.Ya da, Orhan’ın yaptığını neden biz de yapamadık diye iç geçirenler oluyordu. Ne güzel, yarın ilk uçakla Orhan İstanbul’a dönüyordu. Orhan’ın yerinde olmayı kimler istemezdi ki?
Oturduğum yerden odadakileri süzüyordum. Maraşlı Ahmet, divanın üzerine oturmuş elinde rakı bardağı gözlerini bir yerlere dikmiş öylece sessiz duruyordu. Acaba çok sevdiği 5 yaşındaki oğlu Ökkeş’i mi düşünüyordu? Mehmet Akif, daha iki gün önce kendisini ziyarete gelen karısı ile çocuklarını yeni göndermişti, o da sessiz sessiz rakısını yudumluyordu. Biraz da hızlı gidiyordu. Nazımın hiç sesi çıkmıyordu. Yanımda oturmuş elinde rakı bardağı dalgın dalgın televizyon seyrediyordu. Onun da televizyon seyrettiğini sanmıyorum sadece bakıyordu. Kim bilir kafasından neler geçiyordu? Müdür Yardımcısı Yusuf Çakır’ın dünya umurunda değildi. Memuriyette 30 seneyi devirmiş olduğu ve neredeyse yaş haddinden emekli olacak haldeyken buraya göndermişlerdi. Hiç te dert etmiyordu. Baktım habire kuruyemiş atıştırıyordu. Muayene Memuru Kemal her zaman yaptığı gibi koltuğunu Kalorifer peteğinin yanına çekmiş hem rakısını yudumluyor hem de sigarasını tüttürüyordu. Orhan sevincini belli etmemeye çalışıyordu ama gözlerinin içi gülüyordu. Yanıma oturmuş ha bire başından geçenleri anlatıyordu. Divanın bir köşesinde sessiz sezsiz oturan Ökkeş Telli daha bu gün izin den dönmüştü ve bu geceye iştirak etmek için gelmişti.
Bu arada bir büyük rakı bitmiş ikincisine başlamıştık. Kafalar iyiydi. İçkinin sonuna doğru Maraşlı, Mehmet Akif, Ökkeş ve Kemal dışarı maç seyretmeye gittiler. Oda da kalanlar kaldığımız yerden devam ediyorduk. Bir ara Nazımın telefonu çaldı. Gelen kötü bir haberdi. Mehmet Akif bankamatikten para çekmek için giderken ayağı kaymış düşmüş ve bacağını kırmış. Hastane de olduklarını öğrenip hep beraber yola çıktık.
Genelde kar yağdığı zaman buza çevirmesin diye yollara ve kaldırımlara tuz atılır ki buzlanma yapmadan kar erisin diye. Oysa Van da tuz bir nimettir diye atılmaktan kaçınıldığını, o yüzden de kışın çok kişinin buzdan kayarak düşüp kolunu ya da bacağını kırdığını duymuştum. Mehmet Akif te onlardan birisi olmuştu.
Hastaneye gitmek için lojmandan aşağı indiğimde ilginç bir olayla karşılaştım. Genç bir çocuk elinde kürekle dairenin önündeki bahçedeki yolun( betonun) üzerindeki karları temizliyordu. Gecenin o saatinde ne yaptığını sordum.
“Müdürüm bu kar temizlenmezse sabaha kadar buz tutar burada yürüyemezsiniz. Onu temizlemeye geldim.”Dedi. Kar yağışı durmuştu ancak şayet yağan kar temizlenmezse sabaha kadar buza çevirebilirdi. O da bunu düşünmüş evinden koşarak kar temizlemeye gelmişti. Bu düşünceli ve karşılık beklemeyen davranışından dolayı çocuğa teşekkür ettim.
Bu söyleyen çocuğun gümrükle hiçbir alakası yoktu. Kendisine hiçbir şey söylenmediği halde kendiliğinden gelmişti. Bu tanıdığım üç kardeşten en küçükleriydi. Gümrüğün bahçe demirlerini, satmak istedikleri kazaklar için bir sergi yeri olarak kullanıyorlardı ve biz de ses çıkarmıyorduk. Bizim bu göz yummamızın karşılığında da idarenin her türlü işine koşturuyorlardı. Vefa duygusu böyle bir şey olmalıydı.
&

 Ali Dayı (Bayramali)

Odada tatlı bir sohbet devam ediyordu. Sohbetin konusu İşçi olarak Almanya’ ya gitmeye çalışanların yaşadıkları ya da yakınlarından duydukları ilginç olaylardı. Orada olanlar, başlarından geçen ilginç bir olayı anlatıyor, diğerleri de can kulağı ile anlatılanları dinliyordu. Bir köşede sessiz sesiz anlatılanları dinleyen Ali Dayı, sıranın kendisine geldiğini düşünmüş olacak ki kös geldiği sandalyadan doğrulup hemen anlatmaya başladı.
-“Zamanın birinde ben bizim gelini Almanya’ya savuşturuyorum. Kayseri’den bindik Ankara’ya vardık. Hiçbir yeri bilmiyok, hiç kimseyi tanımıyok. Burdan giderken de Derviş’in ailesi güvasinin adresini vermiş, geline de yalvarmış ne olur uğrayın bir görün demiş. Neyse. Gelin ile Ankara’da bir parkta bir kanepeye oturduk konuşuyok. Cahillik bu ya, cebimdeki parayı da çıkardım onu sayıyok. Nereye ne harcadık geriye ne kaldı diye.
Ankara’ya uğramamızın sebebi de, benim oğlanın davasını avukatımız temiz etmişti. Onu bir yoklayacaktım. Ondan sonra İstanbul’a gidecektik.
Geline dedim ki;
Sen burada otur, ben hem bir temiz mahkemesini yoklayayım hem de sana verilen adrese bir bakayım bakalım bulabilecek miyim. Gelini parkta bırakıp yola düştüm. Caddeye yukarı çıkmaya başladım ama nere gideceğimi bilmiyom. O ara bir adam gözüme takıldı. Sanki beni takip ediyordu. Caddenin karşısına geçtim, o da geçti. Yanıma yaklaştı ya ben şüphelendim. Mavi elbiseli kara yağız bir gençti.
-Nerelisin amca? dedi.
-Sivas Şarkışla’danım dedim.
- Şu işe bak bende ordanım. Nereye gidiyorsun? Diye sordu.
-Temiz mahkemesine gidecektim yiğenim dedim.
-Tamam amca ben seni götüreyim ben de o taraflara gidiyordum. Beraber gideriz ben sana yolu gösteririm dedi.
-Sağol yiğenim. Seni bana Allah mı gönderdi. Şaşırdım kaldımdı dedim.
Adamı bulduğuma menmun olmuştum amma, içime de bir kurt düşmüştü. Sonradan anladım ki adam parkta arkamızda durmuş bizi iyice dinlemiş, para sayışımızı görmüş.
Neyse, bununla yürümeye başladık. Ben gideceğimiz yeri bilmediğimden o ne tarafa dönerse ben de o tarafa dönüyorum. Epey gittik. Ana caddeden ayrılıp bir ara sokağa saptık. O sokağı da çıkıp bir tarafı boş arazi olan küçük bir yola düştük. Sokakta taksiciler vardı kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Bir ara yanımızdan hızlıca bir adam geçti. Tam önümüzden geçerken cüzdanını düşürdü. Bizden on adım kadar ilerdeydi. Yanımdaki kara yağız genç koptu yerden cüzdanı aldı. Cüzdanın içi bayağı kabarık kağıt para dolu. Dıştan bir yüz lira çok net görünüyor.
-Yazık çağırıp adamın cüzdanını verelim dedim. Yol arkadaşım bana kızdı.
-Yok yahu, delimisin sen. Sen şunu al cebine koy ilerde paylaşırız deyince benim kafam dank etti. Zamanın birinde bir sohbette babasına rahmet Abidinin oğlu böyle bir olayın başından geçtiğini anlatmıştı. O anlatılanlar aklıma geldi. Dedim tamam bunlar beni
çarpacaklar. Bu arada biz yürüyok ama bende bet beniz attı. Allah yalanı sevmez korkmaya başladım. Gıçın gıçın geriledim ve arayı 5 ya da altı adım açtım. Bir ara döndü baktı ki ben gelmiyom.
-Gelsene yahu dedi. Eğer yalan söylüyorsam babanızın günahı boynuma. Ayağımın birini ileri attım öylece durdum. Çocuğa döndüm ve,
-Olduğun yerde dur dedim. Eğer bana doğru bir hamle yaparsa kaçıp taksicilerin oraya düşeceğime aklım kesiyor. Artık açtım ağzımı,
-Hey bire namussuzlar, hey bire ırzı kırıklar, hey bire döyüsler şu devletin ana tahtında adam soyacaksınız haaa…İki yetimin hakkını çarpacaksınız haa… Verdim aldım. Hiçbir şey söylemeden savuşup gittiler.
Geldiğimiz yoldan geri döndüm. Sokakta sohbet eden taksiciler benim bağırarak konuştuğumu duymuşlar, yanlarına çağırdılar. İçlerinden biri,
-Ne o babalık ne bağırıyordun öyle dedi.
-Sorman gardaş böyle böyle oldu dedim. Biri birinin gözüne baktılar.
-Velhasıl akıllı adammışsın tuzaklarına düşmemişsin haydi savuş git burdan dediler. Oradan geri götün götün gelinin yanına geldim.
&
Ankara’dan akşam bindik sabah İstanbul’a indik. O sıralarda İşci Bulma Kurumu Tophanede idi. Henüz açılmamıştı ama önü ana baba günüydü. Herkes dairenin açılmasını bekliyor. Gelinler kızlar bir köşede toplanmış sohbet ediyorlar. Ben de kanepenin birine kös geldim. Uykusuzum da. Hemen bağrım almış. O sırada birisi gelmiş tam başucumda durmuş gazete okuyor. Meğer gözünün altından beni gözlüyormuş. Bu arada adamın hareketleri gelinlerden birisinin dikkatini çekmiş. Adamın kötü niyetli olduğunu anlamış. Beni uyandırmak için yerden ufak bir taş alıp bana fırlatmış. Uykunun arasında bir şeyin anlımın ortasına çarpığını duyup sıçradım. Karşıdan taş atan gelin, bana bakıp kaş göz işaretiyle adamı gösteriyor. Döndüm baktım ki bir adam gazete okuma bahanesiyle başımda dikiliyor. Hemen anladım. Hemen ayağa kalktım ellerimi şöyle açtım,
-Bura da mı buldunuz beni. Sizden hiç mi rahat yok. Ne istiyonuz. Ankara’da birinizin elinden zor kurtuldum. Şimdi de sıra size mi geldi?
Adam arkasına bile bakmadan hızla ordan uzaklaştı. Amma benim bu söylediklerim oradakilerin öyle hoşuna gitmiş ki gülmekten yıkılıyorlardı.
Karpınar, 19.02.1973

 Ayakkabı boyacısı küçük İsmail

Yıl:1999
Yer: Van
Van’da görev yaptığım bir yıl içerisinde hiç unutamadığım anılarımdan birisi de küçük İsmail ile tanışmamızdır.
Bir öğle sonuydu. Odamda oturmuş günlük yazılarla uğraşıyordum. Kapı açıldı ve hiç tanımadığım bir çocuk içeri girdi. Güler yüzlü sevimli bir çocuktu. Masanın önüne kadar gelip durdu. Dikkatlice ona bakıyordum. Acaba, daha önce hiç görmüş müydüm? Ya da memurlardan birisinin çocuğu olabilir miydi?
“Yusuf amca nasılsın? Demişti. Demek ki o beni tanıyordu. Kim olduğunu sordum. O sevimli haliyle,
“Yusuf Amca ben ayakkabı boyacısıyım. Sizin bahçenin önünde boya yapıyorum. Şimdi okul olduğu için ancak hafta sonları yapıyorum.
Beni nereden tanıdığını anlamıştım. Demek ki beni daireye girip çıkarken görüyordu.
Bana bir şeyler söylemek istiyor ancak birden bire söyleyemiyordu. Adını sordum. “İsmail” dedi. Onu biraz olsun rahatlatmak için ben peş peşe sorular sormaya başladım. Lise bire gidiyormuş. İnanamadım. İsmail küçücük bir şeydi. Babasının ne iş yaptığını sordum. İsmail başını öne eğerek üzgün bir ifade ile;
“Babam öldü” dedi.
İsmail’in biri kız diğeri erkek olan iki kardeşinin olduğunu ve en büyüklerinin de İsmail olduğunu öğrendim. Anlaşılan ailenin tüm ağır yükü küçük İsmail’in omuzlarındaydı. Üzülmüştüm.
Sorulara ara vermiştim ve İsmail de biraz rahatlamıştı.
“Yusuf Amca sana bir şey söyleyebilir miyim?
Çekinme İsmail ne söyleyeceksen söyle.”
Biraz daha rahatlaması ve rahat konuşması için koltuğa oturmasını söyledim.
“Ben demin yanlış söyledim. Normal liseye değil Ticaret Lisesi birinci sınıfa gidiyorum.”
Ticaret lisesinin kendisi için daha iyi olduğunu mezun olunca bir mesleği olacağını söyledim. Derslerini sordum, çok iyi olduğunu söyledi. Henüz asıl söylemek istediğini söyleyememişti. Sevmiştim küçük keratayı. O da kendisini sevdirmesini biliyordu.
“Yusuf Amca, okul başladığında iki kitabı alamamıştım. Şimdi bir yerde buldum ama bir milyon yedi yüz bin lira istiyorlar.” dedi ve Sonra sustu. Zaten bunları da sesi titreyerek zor söylemişti. Başka bir şey söylemesine de gerek yoktu.
İstediği paradan biraz fazla vermeyi çok istemiştim ancak üzerimde de fazla yoktu. Daha sonra yine veririm, şimdilik ihtiyacını görsün diye iki milyon verdim. Çok sevinmişti. Ellerimi öptü. Teşekkür edip hızla odadan çıktı.
Yardımcı hizmetlilerden birisi İsmail’i tanıyordu. Onun anlattıklarına göre annesi ev hanımıymış ve çok fakirlermiş. İsmail’in boyacılıktan kazandığı para ve bir de eşin dostun yardımı ile geçiniyorlarmış.
Olanlara şaşırmıştım. Küçük yaramaz beni çok etkilemişti. Oğlum gözümün önüne geldi. O da İsmail gibi lise birinci sınıfa gidiyordu. Aynı yaşlarda olmalılardı.
&
Yılın ilk ayı. İstanbul’da yılbaşını ve daha sonra da Ramazan Bayramını geçirip öyle Van’a dönmüştüm. Hala izinin rehavetini üzerimden atamamıştım.
İzin dönüşü ilk ziyaretçilerimden birisi küçük İsmail olmuştu. Geçmiş Ramazan Bayramımı kutlamaya gelmişti. Aslında ben de İsmail’ i görmek işitiyordum. İstanbul da çocuklara İsmail den bahsetmiştim. Onlarda, İsmail ve kardeşlerine neredeyse bir valiz dolusu giyecek göndermişlerdi. Onu verecektim ve biraz da bayram haçlığı vermeyi düşünüyordum. Çocuklar, İsmail’e haçlık vermemi sıkı sıkıya tembih etmişlerdi.
İsmail ile biraz sohbet ettim. Birinci dönem sonu notları çok iyiymiş ve Teşekkür getirmiş.
Dairede olan kalem, dosya, kağıt, ajanda gibi elime geçen eşyalardan bir paket yaptım verdim ve ayrıca da 5 milyon lira da harçlık verdim. Tam o sırada iki memurum içeri girdi. Onlarda geçmiş bayramımı kutlamaya gelmişlerdi. Beşer milyon para vermelerini söyledim. Çocuklar bir şey sormadan çıkarıp verdiler. Hemen İsmail’in cebine sıkıştırdım. Onlara da bunun bir hayır için olduğunu söyledim. Çocuklar bir hayır işine vesile olduklarına memnun oldular.
Küçük yaramazın mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Usulca kalktı ellerimizi öpüp odadan çıktı. Gidişini camdan gözlüyordum. Verdiğim paketi kolunun altına sıkıştırmış hem yürüyor hem de kimseye çaktırmamaya çalışarak avucuna almış olduğu paraları sayıyordu. İsmail’in o halini hiç unutamam.
&
Mart ayının ilk haftasında bir izin kullanmış, İstanbul’a gidip gelmiştim. İstanbul’dan gelirken yine çocuklar İsmail’e verilmek üzere bir paket hazırlamışlardı. İsmail ziyaretime gelirse ona verecektim. İsmail’i göremiyordum. Okul olduğu için boyacılık ta yapamıyordu. Dolaysıyla gümrüğün önüne pek geldiği yoktu.
O gün, odada ziyaretime gelen birkaç kişi ile otururken küçük İsmail içeri girdi. Aslında bende onun gelmesini bekliyordum. İsmail’e bir sandalyeye oturmasını işaret ettim. Misafirler gittikten sonra İsmail ile ilgilenecektim.
Biraz sohbetten sonra paketleri verdim. Teşekkür edip elimi öptükten sonra odadan çıktı. Aradan yarım saat geçmişti ki İsmail geri geldi. Kısık ve mahcup bir ses tonuyla;
“Yusuf Amca demin söyleyemedim utandım. Size bir şey söyleyeceğim.” Dedi ve durdu. Sonra kendisini biraz toparladıktan sonra konuşmaya başladı.
“Annem evde çörek yapıyor erkek kardeşimde onları çarşıda satıyordu. Evde un kalmamış bende çalışamadığım için alamadım.” Dedi. Başı hep öne eğikti. Bunları söylemekten utanıyor olmalı ki yüzüme bakmadan konuşuyordu. İsmail yalan söylemezdi. Söylediklerine içim parçalandı.
“İsmail bir torba un kaç para? Dedim.
Kısık bir ses tonuyla,” 3.5 milyon” dedi. İsmail’e çıkarıp ihtiyacından biraz fazla para verdim. Elimi öpüp bir sevinçle odadan koşarcasına ayrıldı. İsmail, ailenin bir sıkıntısını daha çözüme kavuşturmuş oluyordu.
&
Nisan ayının ortalarına doğru İsmail yanıma yine geldi. Bu gelişinde, hem geçmiş bayramımı kutlamak hem de veda etmek istemişti.
Tekirdağ’a gideceklermiş. Orada amcası bir tuğlu fabrikasında şef olarak çalışıyormuş. İsmail’e siz buraya gelin sana burada iş bulurum hem de okursun demiş. Karar vermişler ailecek Tekirdağ’a gideceklermiş.
“Yusuf Amca burada iş yok geçinemiyok. Orda amcam bize yardım edecek.”
Masanın üzerinde açılmamış bir paket çikolata vardı onu verdim. Aslında İsmail’in paraya ihtiyacı vardı onu düşünerek bir miktarda haçlık verdim.
İsmail ile vedalaşma zamanı gelmişti. Bir daha onu göremeyecektim. Birkaç ay sonra süremiz dolup tayin olarak Van dan ayrılacaktık. Küçük yaramaza çok alışmıştım.

 Bağ ve Bostan Beklemek

Okula başlayıncaya kadar bizi oyun çocuğu gören aileler, okula kaydımızla beraber bize farklı gözle bakmaya başlıyorlardı. Öyle eskisi gibi sabahtan akşama kadar it taşlayıp gezmek yoktu artık. Ailede yapılan iş bölümünün bir ucundan tutmak da bize düşüyordu.
Yaz tatillerinde biz çocuklara verilen görev, sabahtan akşama kadar bağ ya da bostan beklemekti. O yıllarda çok bağ ve bostan bekledim. Bağımızın olduğu yer köye hayli uzak bir mesafede idi. Sabahleyin, gün boyu yiyeceğimiz olan malzemeleri (azığımızı) alıyor yola düşüyor, akşam aile büyüklerinden birisi nöbeti devralmaya gelinceye kadar bağ ya da bostan da kalıyorduk. Bazen köyden gelecek olan büyüklerimiz geç kaldığı zaman da köye gitmiyor, gelen büyüklerimizle birlikte bağ ya da bostanın uygun yerine daha önce katlayıp koyduğumuz hazır bekleyen yatağımızı açıp geceyi de orada geçiriyorduk. Geceleri yıldızların kayışını seyrederek serin toprağın üzerine yapılan yatakta uyumak ne güzel oluyordu. Aslında her bağın başında mutlaka bir bağdamı oluyordu ama biz bostanın içinde yatmayı tercih ediyorduk.
Sabahın erken saatinde, akşam yatıya gelmiş olan büyüklerimiz geri köydeki işlerine dönüyor biz ise sabah nöbetine başlıyorduk. Nöbet tutan çocuklar çoktu. Çünkü aynı aileden akrabaların bağ ve bostanı bir arada olunca biz nöbet tutan çocuk sayısı da onu buluyordu. Genelde herkesin bağının altında sürüp ektiği en azından bir bölük tarlası vardı ve buralara da bostan ekilirdi. Zaman geçtikçe o kavunlar sararır mis gibi kokmaya başlardı. Daha bostanın bir başından girdiğinizde o kokuyu alırdınız. Hele o karpuzlar tadından yenmezdi. Koca bir tarla kavun karpuz ekilirdi. Herkesin de mutlaka en azından bir dönüm kavun karpuz tarlası olurdu. Buna rağmen neden bekleme gereği duyulurdu anlamıyordum. Birileri hırsızlık yapmaya gelir diye mi korkuluyordu? Gündüz oradan gelip geçenler yolar(Hırsızlık yapar) diye bekleniyordu. Peki ama geceleri niye bekleniyordu?
O günlerde hiç beklenmedik bir şey oldu. Köyde çiftçilik ile uğraşan kırk yaşlarında bir kişinin, gecenin bir karanlığında köyden çok uzak bir mesafede tuzağa düşürülerek iki kişi tarafından tasarlayarak döve döve öldürülmüş olduğu haberi köye bomba gibi düştü. Öldürenlerde bizim köyden tanıdığımız kişilerdi. Bu haber köyde deprem etkisi yaratmıştı. Köyde herkes olayın aslını öğrenmeye çalışıyor ancak herkes fısıltı ile konuşuyordu.
O günün sabahını hiç unutmam. Tüm köylü damların başına çıkmış köyün yukarısından gelecek haberi bekliyordu. Köy Muhtarı ve İlçeden gelen yetkililer olay yerine gitmişlerdi.
Bir müddet sonra köyün yukarısından Kağnı yolunun başından bir ses yükseldi. Öldürülmüş olan kişinin babası oğlunun boşta kalan atlarını yedeğine almış yukarıdan aşağı ağlayarak geliyordu. Bir babanın açı feryadı yürekleri dağlıyordu. Yüksek sesle bağırıyordu;
“Hüseyin…. ne duruyon oğlumu, Gözelimi öldürmüşler Hüseyin….”
O Hüseyin kimdi bilemiyorum ama o ses uzun bir zaman kulağımda çınladı durdu.
İşte o günden sonra insanlar dağda yatmaktan korkar oldu. Bağda bostanda yatmalar bırakıldı herkes evine çekildi. Biz çocuklar bile akşam hava kararmadan evin yolunu tutar olmuştuk. O korku bulutu uzun bir müddet köyün üzerine karabasan gibi çöktü.
Bağımızda bin civarın da üzüm çubuğumuz vardı. Üzümlerin de değişik isimleri. En fazla gelinparmağı ismi verilen üzümü seviyordum. Bağın içinde en fazla birkaç çubuk vardı ve üzüm yemek istediğimde hep o çubuğu arar bulurdum. Diğer üzüm çeşitleri ise hatırladığım kadarıyla Kara Bekir, Çavuş üzümü Koruk ve siyah üzümdü. Bağın başında ise sadece on civarında kaysı ağacı vardı. Bize ait başka bir meyve ağacı da yoktu. Neden ekilmemişti bilemiyorum. Ekmişlerde olmamış mıydı yoksa akıl mı edememişlerdi. Oysa çok sonraki yıllarda ceviz, armut, elma ve badem ağacımız da olmuş çok ta meyvesini yemiştik. İki amcamların ve bizim bağ yan yanaydı. Bağların üst tarafında ise üç ailenin ortak kullandığı çeşme ve havuz vardı. Bu havuzda toplanan su ile ekmiş olduğumuz sebzeleri suluyorduk. Genelde ekilen sebzeler salatalık (Hıyar), domates, biber olurdu. Bir diğer ekilen ise kendir ekilirdi. Her aile en azından üç ya da dört karık kendir ekerdi. Sonbaharda o kendirin meyvesi alınır (Çetene) kışın çerez olarak yenilirdi. Hele kavurmanın(Buğday kavurması) içine konarak yendi mi tadına doyulmazdı.
O ağaç haline gelen kendir ise, aylarca havuzda suyun içinde bekletilir sonra da işlem yapılarak onun ipi çıkarılır ve ihtiyaç olan palaz ve çuval bu ipten örülürdü. O nedenle bu kendirin köylü için vazgeçilmez bir önemi vardı. Benim Ortaokulda okuduğum yıllara kadar bu ekim devam etti. Nasıl farkına varıldıysa bu ürünün yapraklarından esrar yapıldığı ve isminin de kendir değil kenevir olduğu bilincine varıldı ve ekimi yapılmaz oldu. Bir kamu kurumu mu yasakladı yoksa köylü mü başımız ağrır diye bıraktı bilemiyorum ama köylü önemli bir ürününün üretimini durdurmuştu. Oysa bu ürün köylü için hayatı önem taşıyordu. Daha sonraki yılarda ise bu ürünün ekiminin izne bağlı olduğu anlaşıldı.
O yaşlarda bize verilen görev sadece bağ ve bostan beklemek değildi. Mesela tarlada çalışanların öğle yemeğini (azzığını) götürme işi de bize düşüyordu. Ya da harmanda öküzlerin çektiği dövenin üzerine binip saatlerce döven sürmekte bize düşen görevlerden biriydi. Ara sırada nohut ya da mercimek yoldurmaya bizi de götürüyorlardı. Aslında bu ilerde yapmamız gereken işler için bir alıştırmaydı.
Rahmetli Süleyman ağabeyim askerden yeni dönmüştü. Nohut ya da mercimek yolarken biz usanmayalım diye askerken gitmiş olduğu sinemadaki filmleri ballandıra ballandıra anlatırdı. Tabi biz de can kulağı ile dinler yorulduğumuzu anlamazdık. İsterdik ki o anlatılan masal hiç bitmesin. Ağabeyime yalvarırdık bir masal daha anlatması için. Çünkü sinema nedir bilmediğimiz için ağabeyimin masal anlattığını düşünürdük.
İlkbaharın gelişini, o erimeye başlayan karların arasından başını uzatan Öksüz Oğlan Çiçeği haber verirdi. İlk çıkan çiçek o olurdu. Daha sonraları yani hava ısınıp da tabiat canlanmaya başladığında Nevruz ve Çiğdem çiçeği sıraya girerdi. En çok sevdiğim çiçekte ekinler boy atmaya başladığında ekinlerle beraber tarlalarda yer alan Alim Düğmesi ve gelincik olurdu. Adeta yeşile boyanmış ekin tarlalarının içinde kırmızı ve mavi renklerle yer alan bu çiçeklerin bir kokusu yoktu ama o renk yapısı bir ressamın elinden çıkmış tablo gibiydi. Büyüklerimiz bu iki çiçeğe bir ot gözüyle bakıyorlardı. Hatta ekine zarar veren yabani birer ot. Oysa o Alim Düğmesindeki o renk ahengine bayılırdım. Bu gün çiçekçilerde satılan Papatya çiçeğine biz Koyun Gözü derdik. Genelde yol kenarlarında olurdu. Bir de kıraç yerlerde açan çok güzel bir çiçek vardı ve hatırladığım kadarıyla ona da Eşek Gülü deniyordu.
İlkbaharda öküz ve atlarla yapılacak işler başlayıncaya kadar onları dağda bayırda akşama kadar yaymak (otlatmak) zevkli oluyordu. İlk zamanlar bu yayma işinde öküzler vardı daha sonraki yıllarda öküzlerin yerini atlar almaya başladı. Aynı yaştaki birkaç arkadaş bir araya geliyor hayvanları otlatmak için dağın yolunu tutuyorduk. Gün boyu yiyeceğimizi de yanımıza alıyorduk. Genelde heybemize konmuş olan yiyecek (azzık) omaç oluyordu. Omaç kurumuş yufka ekmeğin ufalanması ile yağda kızartılması ve üzerine yumurta kırılmasıyla oluşturulan bir yemek şekliydi. Bir diğeri ise siyah kuru üzüm ezmesiydi.
Yanımızda mutlaka bizden yaşça büyük bir ağabeyimiz oluyordu. Büyüklerimiz bizi ona emanet ediyordu. Hayvanları otlatırken çalık diye bir ot toplardık. Bu otun kökü yeniyordu. Topladığımız çalıktan hem yiyor hem de akşam eve getirmek için topluyorduk. Akşam eve dönerken mutlaka heybemizde çok miktarda çalık olurdu. Birde çiğdem çiçeği toplar onunla da başımıza taç örerdik. Şayet şanslıysak göbelek (Mantar) bulduğumuz da olurdu.
Sıkıntı ile geçen bir yaşam olmasına rağmen bazen özlüyorum o günleri.
Yusuf KOÇ

 Gayret Ağa

Gayet Ağa, hanımı öldükten sonra yalnız kalır. Yanında çocuklarından kimse yoktur. Birilerinin yardımı ile bir yerlerden bir kadın bulur, onunla evlenmek ister ve alıp köye getirir. Kadın, Gayret Ağa’ya göre çok gençtir. Kadına para ve altın vererek köye kadar gelmesi sağlanır. Kadın köyün durumunu görünce evlenmekten vazgeçer ve daha ilk gün geri dönmeye karar verir. Gayret Ağa, kadına yüklüce para ve altın vermiştir. Şayet kadın geri dönerse, verdiklerini geri almakta zorlanacak hem de bin bir güçlükle bulmuş olduğu kadını kayıp edecektir. Kadını gitmekten vazgeçirmeye çalışır ve bırakmak istemez.
Babam, hem Gayret Ağa’nın en iyi arkadaşıdır, hem de aralarında kirvelik ilişkisi vardır. Gayret Ağa’ya da Onbaşı diye hitap etmektedir. Gayret Ağa’ya hayırlı olsun demeye gider ve kendini o anlaşmazlığın için de bulur. Gayret Ağa, kadına yalvarmaktadır.
-“Ne olur gitme, seni tepemin üstünde gezdiririm,” der.
Babam rahat durur mu laf yine ağzına gelmiştir. Bıyık altından gülerek kadına döner:
-“Be kadın, onbaşının tepesi havaalanı gibi dümdüz oldu, daha ne istiyorsun,” der.
Güya, babam Gayret Ağa’ya destek olmaktadır. Tabi ki kadın iki gün sonra bir fırsatını bulup almış olduğu altın ve paralarla kaçıp gider. Babamın övücü sözleri de işe yaramaz.
Yusuf KOÇ

Müfettiş Kimliği

Yıl, 1980.
Bodrum Gümrük Müdürlüğünün teftişi devam ediyordu. Artık teftişin sonuna yaklaşmıştık.
Bir gün, Postane den bir haber kağıdı geldi. Galiba bana gelmiş bir havale için postaneye gelmem isteniyordu.
Üstattan izin alıp postaneye gittim. Memura elimdeki haber kağıdını verip;
“Galiba bana gelmiş bir para havalesi var onu almaya geldim” dedim.
Memur yüzüme bile bakmadan kağıda bir göz gezdirdikten sonra,
“Kimliğinizi verin” dedi.
Üzerimde müfettişlik kimliği vardı. İdarelere gittiğimizden nüfus cüzdanına pek ihtiyaç duymuyorduk. O nedenle de yanımda yoktu. Kimliği memura uzatıp beklemeye başladım. Görevli memur şöyle bir kimliğe baktı iç sayfalarını karıştırdı bir şey anlamamış olacak ki kimliği geri verdi.
“Bu olmaz, Nüfus Cüzdanını vermeniz lazım” dedi.
Müfettiş Kimliğimi uzatırken, aklımdan en ufak bir tereddüt geçirmemiş, memurun böyle bir cevap vereceğini düşünmemiştim. Çünkü, memurun elinin tersi ile çevirdiği o kimliği tasdik edenlerden birisi de, bu ülkenin Başbakanı Bülent Ecevit’ti.
Gösterişli bir kimliğimiz vardı.
Kimliğimiz 3 veya 4 sayfadan oluşuyordu. Yeşil deri kaplı, kabın üzerinde kırmızı daire içerisine yerleştirilmiş ay yıldız, iç sayfanın birinde nüfus kimlik kayıtlarımız, diğer bir sayfada ise kanun ve tüzükten kaynaklanan yetkilerimiz yazılı idi. Son sayfanın altında ise Başbakan olarak Bülent Ecevit’in, Gümrük ve Tekel Bakanı olarak Tuncay Mataracı’nın ve Teftiş Kurulu Başkanı olarak ta Necati Küçük Meriç’in imzaları vardı.
Kimliğin son sayfasını açtım ve memura göstererek,
“Bakın yanlış yapıyorsunuz. Kabul etmediğiniz kimliğin altında bu ülkenin Başbakanının imzası var.” dedim.
Memur, söylediklerimi hiç kale bile almadı. Ağzının içinde bir şeyler geveleyerek ila da nüfus cüzdanımın olması gerektiğini söyledi.
Şaka gibiydi.
Memurun ve de çalıştığı kurumun bakış açısına göre, kim tarafından verilirse verilsin ya da kim tarafından imzalanmış olur sa olsun, kimlik kartı kabul edilmeyecek, ama, kargacık burgacık el yazısıyla doldurulmuş, hangi nüfus idaresi tarafından verildiği bile anlaşılamayan, mühür yerine sadece bir mürekkep lekesini andıran iz taşıyan belge kabul görecek.
Yetkili biri ile görüşmek istedim, ancak kimseyi bulamadım. Memuru ikna etmem ise mümkün görünmüyordu.
Aslında o memura da suç bulmamak gerekiyordu. Bu, çarpık yönetim anlayışının tipik bir örneği idi.
Lanet olsun deyip parayı almadan geri döndüm.
Ülkemin Başbakanı tarafından imzalanmış kimliğim, bir memur nezdinde kabul görmemişti.
Üzüntü verici bu durum, o tarihlerdeki Devlet idaresinin içler acısı halini ortaya koyuyordu.
Ülke olarak kat edeceğimiz daha çok yol vardı.
&

 Doktor Bey

Köyümüzde bir doktor vardı ve o sadece bizim köyün değil, etraftaki yaklaşık beş köyün de doktoruydu. Etraftaki köylere eşek üzerinde gidiyordu. Hangi okuldan mezun olduğunu bilen yoktu ama çok bilgiliydi ve her hastalıktan da anlıyordu. Hastaya koymuş olduğu teşhisin sonunda ilk ve tek yaptığı şey hastaya penisilin iğnesi vurmaktı. Zaten taşımakta olduğu doktor çantasın da da iğne takımı ve birkaç tane de penisilin şişesinden başka bir şey de bulunmuyordu. Hasta evine vardığında hemen teşhisi koyuyor ve ilk söylediği söz,
“Bir iğne vurursam hiçbir şeyin kalmaz” oluyordu.
Sonra işe koyuluyor ev sahibinden gazocağını yakmasını, üzerinde bir kap içerisine su koymasını ve kaynatmasını istiyordu. Kendisi de kaynayan suyun içine enjektöre takacağı ve kullanacağı iğne uçlarını bırakıyordu. Böylece kaynayan suyun içine atılmış olan iğneler, mikroptan arındırılmış oluyordu. O iğne ucu mütemadiyen kullanılmakta olduğu için onu dezenfekte etmenin başka bir yolu da yoktu. Kaynayan sudan alınan iğne uçları önce soğutuluyor sonra enjektöre takılıyor sonrada penisilin şişesinden ilaç enjektöre çekiliyordu. Doktor bunu ustalıkla yapıyordu. Bu kadarını askerde sıhhiye çavuşu olarak görev yaparken öğrenmişti. Askerlik dönüşü de köyün doktoru olmuştu.
Sıhhiye Mahmut’u köyde ve çevre köylerde tanımayan yoktu. Bir zamanlar köyde yaşamış ve şu anda kırk yaşın üzerinde olan çoğu kişi mutlaka bir gün Doktorun o mucize iğnesini yemiştir.. O tarihlerde penisilin iğnesinin herkese iyi gelmeyebileceği bilinmiyordu. Bu iğneye alerjisi olana da olmayana da vuruluyordu. Hasta için kullanılacak başka bir ilaç ta yoktu. Haa.. bir ilaç daha vardı o da bakkalda satılırdı. Bir kutu içerisinde satılan bir lira büyüklüğünde aspirin hapı. Faydası oluyor muydu bilinmez ama başka bir çare de yoktu.
Bir gün iğne vurmaya lazım olur diye herkes Sıhhiye Mahmut’la iyi geçinmek zorundaydı. Hakkını yemeyelim aynı zamanda herkes tarafından da seviliyordu. Şakacı, hoş sohbet biriydi. Yetmişli yılların başından itibaren iğne vurdurmaya gelenler azaldı. O da kendisini emekliye ayırdı.
Çocukluk günlerimde bende Doktorumuzun tedavisinden geçmiş biri olarak Doktorumuza rahmet diliyorum.
Yusuf KOÇ